Friday, April 21, 2006

Stratford Upon Avon - Bölüm 2



Geçen bölümde girdiğim pek bi mühim konulardan çıkmam iki günümü aldı dolayısıyla ancak yazbiliyorum.

Swan's Nest isimli otelimizin odasındaki küçük okuma seansımızdan sonra hemen kendimizi dışarı attık. Hava bir güzeldi, bir güzeldi kii Tunanın şaşkın bakışları karşısında, yaz kış boynumdan çıkarmadığım sarı paşminamı çıkarmakla yetinmedim bir de üstüne kazağımı da çıkarttım ve ceket - tshort ile dolaştım..Ne var ki, o esnalarda benim biricik Mertim ameliyata girmek üzereydi dolayısıyla devamlı aklım ondaydı. Öyle ciddi bir ameliyat olmasa da, 'benim kardeşim şu anda narkoz yerken ben nasıl böyle dolaşırım' konulu deprsyonumu Mert poposunun üzerinde birkaç dikişle ameliyattan çıkıp benle konuşana kadar üzerimden atamadım.

Sonrasında vurduk kendimizi Stratford'un yollarına... Tunayla İngiltere'nin böyle küçük köy ve kasabalarının, sahil şeridi kentlerinden çok daha karakterli olup olmadığı konusunda yaptığımız tartışmada fikir birliğine varamayınca, zevkler ve renklerin tartışılmaz olduğu konusunda hemfikir olup bir tartışmayı daha böylece aynı fikirde olarak kapattık! Ardından bu mevsimin insan soyunun pıtır pıtır çoğaldığı bir mevsim olduğunu gözlemledik zira ortalıkta yetişkin insan sayısı kadar da 1 ila 3 ay arası bebekler fink atmaktaydı. Kaç aylık olduğunu kestiremediğimiz bir insan evladının kıçının üstünde hoplaya hoplaya emekleme şekli ise bizi gülmekten yerlere yıktı... Sonra bu velet tatil boyunca her köşe başında karşımıza çıkmaya devam etti, biz de her gördüğümüzde ilk kez görmüşüz gibi gülmeye devam ettik. Böylelikle lay lay lom, kuşlar çiçekler, böcekler, bebekler modunda dolaştık.


Sonra yeter bu kadar avarelik dedim ben ve kendimi koca koca SALE yazan dükkanlardan birine attım.. Tuna da peşimden geldi, ve 'sen nasıl sakin bir tatil yapmak istiyorsan ben de alişverişsiz bir tatil yapmak istiyorum, ben seni dışarıda bekliyorum' şeklinde bir uyarıda bulundu. Ben de napıyım, gezinin geri kalan kısmını sabahın 8 inde uyanarak geçirmek istemediğim için söylene söylene çıktım dükkandan.. Gerçi bu uyarı, gezinin ilerleyen zamanlarında super indirime girmiş pembe bir pamuklu ipek karışımı bluz ve gümüş kolye almama engel olamadı tabii.. Sonuçta bu alışverişi indirimden yaparak aslında çok karlı bir iş yaptığımı, Tunanın bunları indirimden aldığım için bana teşekkür etmesi gerektiğini düşünerek ve kendimi çok iyi hissederek dükkandan çıktım... Eh, tatil dediğin böyle olmalı...insana kendini iyi hissettirmeli.... Şu kadınlar da bazen çok yüzsüz olabiliyorlar canıııım...


İlk günümüzün kalanını etrafta aylak aylak dolaşıp çok güzel vakit geçirerek, akşamını da Blue Lagoon diye tiki isimli bir Güney Hindistan lokantasında gayet güzel ama yavaş bir yemek yiyerek noktaladık. Nehir kenarından usul usul otelimize dönerken ertesi gün kayık kiralamaya karar verip, odaya gidip bir güzel çay içelim diye konuştuk...Odaya girmem ve uyumam arasında yaklaşık 15 dakıka vardı o yüzden çay kısmını pek hatırlayamıyorum...





Ertesi gün tam benim istediğim gibi uzuuun ve gazetelerimizi okuya okuya bir kahvaltı yaptık.. Dışarı çıktığımızda otelin hemen yakınlarında bir kelebek parkı olduğunu gördük ve tekrar Tunanın şaşkın bakışları altında - ben ki bu gezide hiç sergi, müze, park, bahçe, hayvanat bahçesi filan gezmeyeceğiz sözüyle yola çıkmıştım ki tam tersine ilk gördüğüm lokal atraksyona atladım - 'hadi girelim ne duruyoruz' dedik... iyi ki de girdik..


Kelebeklerin arkasından arabaya atlayıp Warwick Kalesinin olduğu kasabaya doğru yola çıktık. Çok trafik vardı, ama hiç 'SIKILDIIIIM' demedim ve yol boyu çok uslu durdum.. Sonra kaleyi bulduk ama girmedik nedense, üşendik biraz.. Bunun yerine kale civarındaki bir parkta oturup etrafı seyretmek daha iyi bir fikir gibi geldi. Hava biraz kapalıydı gerçi..



Ertesi sabah otelden çıkışımızı yaptık... Tuna bir çocuk gibi şen hemen kayık kiralayan adamlara doğru koşturdu, ben de arkasından somurta somurta gittim... Kayık, su, deniz, göl, nehir bunların hepsi de pek sevmediğim mevhumlar... 'Suya düşersek ceketim kötü olur, makinemiz bozulur ben en iyisi gelmeyeyim ben bunları bekleyeyim' dediysem de dinletemedim... Atladık kayığımıza, 'Row Row Row your Boats, gently down the stream' şeklinde ilerledik.. Gerçi pek gently olmadı bizim olay çünkü kayığın bir dümeni olduğunu anlamamız 45 dakikamızı aldı.. Kayığı bir saatliiğine kiraladığımızı düşünürsek, zekamızın hızına hayran kalmamak mümkün değil... Biz dümeni keşfedene kadar Tunayla aramızdaki diyaloglar şöyleydi:

Ben: Eyvaaah çarptıık çarptııık çarptııııık
Tuna: Aşkım bi çarptık çarptık diyene kadar sağa git sola git desene göremiyorum arkamııı
Ben: Aşkım var ya, bu ördeklerin üstüne üstüne sürüyorsun, valla toplaşıp gelip saldıracaklar bize haberin olsun...
Tuna: Altı üstü ördek, yiyecek değil ya seni...
Ben: Acaba burası boyu geçiyor mudur?
Tuna: Atla bi gör istersen....

Sonra başımıza bir facia geldi ki hatırlamak bile istemiyorum... Bir köprünün altından geçerken bizim kayık köprüye çarp!!! Halbuki o zaman ben dümeni keşfedip kullanmaya da başalamıştım ama kayık kayık değil ki Titanik mübarek, nasıl zor dönüyor... neyse, kurtulduk tabii Tuna'nın üstün manevra kabiliyetiyle ama bir saatimiz bitip kıyıya döndüğümğüzde toprağı öptüm yani o derece mutluydum ayağım karada olduğu için.. Bu arada bu kadar sıkıntının arasında yukarıdaki fotografları çekmeyi ihmal etmedim tabiii.. Bu Tunanın arkasındaki köprü de o hain köprü oluyor bu arada...


Kayık sefa(!!!)mızın ardından aslında Shakespeare'in doğum yerinde olduğumuzu hatırlayıp bari gidip görelim nerede doğmuş abimiz dedik... Gittik gördük... Allah analı babalı büyütsün dedik. Nitekim de öyle olmuş sanırsam... Benim tabii yine bir yazar olasım geldi buraları görünce, dedim kapatayım kendimi şöyle doğanın içinde bir eve, yazayım da yazayım.. Tuna 'ben wirelesssız yapamam, sen en iyisi bir süre daha bizim evde yaz' deyince ben de çaresiz kabul ettim...


Shakespeare ustaya hoşçakal dedikten sonra yola çıktık, civardaki köyleri geze geze evimize geldik... Ben bu köyleri gördükçe doğada yaşama konusunu ciddi ciddi düşünmeye başladım ve emeklilik sonrası için kendimize yaşayacak bir köy düşüne düşüne yolumuza devam ettik..Sonradan bu köy Turkiyede olsa, tüm aileyi toplasak hep beraber koloni şeklinde yaşasak ... ' şeklinde planlar uzadı da uzadı... Evimize geldiğimizde öyle yorgunduk ve evde olduğumuz için öyle mutluyduk ki köyü möyü unutup 'insanın evi gibi yok' dedik ve gerçek hayatımıza geri döndük.

THE END

Tuesday, April 18, 2006

Stratford Upon Avon - Bölüm 1



Geçtiğimiz hafta bizi bir telaş aldı. Paskalya tatili yaklaşıyordu ve evde kalıp 'sinemaya mı gidelim, kitapçıya mı gidelim, çimleri mi keselim' diyip diyip hiçbirini yapmadığımız, tatil bitince de arkamıza bakıp "Ne çabuk da geçiverdi 4 gün, tam da birşeyler yapacaktık " diyip hayıflanacağımız bir haftasonundan şiddetle kaçınmak niyetindeydik. Sonuçta ne zamandır gitmek isteyip bir türlü fırsat bulamadığımız Stratford Upon Avon'a, yani nam-ı değer Shakespeare'in doğum yerine gitmekte karar kıldık. Ama bu sefer gitmeden önce çok kendimizi yormadan gezip, sakin sakin geçireceğimiz bir tatil olması konusunda ısrarlıydım. Zira benim kocamın bir geziye çıkmadan önce bölgeyle ilgili neredeyse iki guidebook hatmedip, hiçbiryeri kaçırmamak için ant içmişliği vardır... Kendisi günlük hayatımızda on dakika yürüse hayata küser, ama ne zaman biryerlere gidilir, ben şöyle yatakta döne döne uyumak, otelin kahvaltısına mümkün olduğunca geç gitmek, gazetelerimi okuya okuya saatlerce kahvaltı yapmak, sonra odaya gidip bir yarım saat daha kestirmek isterim ki, benim kocaya bir heves gelir ve o heves de biz evin kapısından girene kadar geçmez... Neyse şikayet gibi algılanmasın, bu durumdan çok memnum kalmışlığım vardır geçmişte, vay bee buraları da gördük ya demişimdir sıklıkla... yine de bu tatilin farklı bir temada olmasını istedim bu sefer nedense o da sağolsun bu ricamı (!!!) kırmadı ve böylelikle sakin sessiz ve süper dinlendiğimiz bir üç gün geçirdik. Başta 'Abla anlatsana neler yapıyorsunuz haftasonunda' diye soran Mertom ve diğer eş dost tanıdık için tatilimizden birkaç kare:

Bu karede otelimize yerleşmişiz ve yeni ortamımıza adapte süreci yaşıyoruz. Tahmin edin Tunanın okuduğu kitap nedir? Evet, doğru.... Guidebook... Peki benim okuduğum? Hemen elimi uzattiğim sağ masada durmakta olan bir İncil... Çoğu standart otel odasında bulunan, muhtemelen çekmecede ya da sehpanın üerinde duran cinsten... Neden koyarlar, ne işe yarar, bir otel odasında da okuduğu İncilden esinlenip dine dönen var mıdır bilinmez ama tek bildiğim benim memleketimde bir otel de kalkıp tek bir odasına Kur'an koysa herhalde topa tutulurdu, kıyamet kopardı, saatler geceler boyu canlı yayında bu konu tartışılır çok mühim insanlar konu hakkında fikir beyan ederler, DİNCİLER ve LAİK ler birbirine girer, memleketimin çok kıymetli birkaç yüz saati de böylelikle heba olur giderdi.... Halbuki normalde ne oldu? Ben bir otel odasında bir İncil/Kur'an/Tevrat/Tipitaka, artık ne koydularsa gördüm, açtım, okudum, ilgliendim ya da ilgilenmedim, inandım ya da inanmadım.. Konu bende başladı, bende bitti... Kime ne??
Öncelikle birileri için kutsal olan bir kitabın böyle alelade bir şekilde ortalıkta bulunmasına kesinlikle karşıyım...dinin kaşla göz arasında yapılanından, göz göre göre yapılanına kadar her türlü propagandasına da karşıyım.. Ancak karşı olduğum başka birşey daha var o da memleketimde çoğunlukla pirenin deve yapılıp sonra bu develerin başımıza açtığı dertlerden kurtulmak için sonsuza dek uğraşılıyor olması. Stratford'daki bir otel odasından da bu konuya nasıl geldik çözmek mümkün değil belki ama o odada düşündüklerim bunlardı ve sadece fotoğrafları değil, fotoğrafın çekildiği anları da paylaşmak istedim...
Arkası Yarın... Ya da öbür gün... Bilemiyorum artık, bakacağız...


Sunday, April 02, 2006

YAGMURUMU KACIRDIM

Bir onceki yaziyi yazmak icin dogru modu bekledim saatlerce. Sonra cilgin bir yagmur basladi. Yagmuru eksik olan bir memlekette olmasam bile, boylesi kuvvetli bir yagmur ancak kuvvetli dusunceler ve ilham getirebilirdi. Hemen actim bilgisayari... Her seferindeki gibi birseyler yazacagim icin heyecanlandim. Bu olayi daha guzellestirmek icin yazarken konuyla ilgili birseyler dinlemek isteyebilecegimi dusundum, aklima ilk gelen tum zamanlarin en romantik adami Bulent Ortacgil ve sarkisi "Kucuk Seyler" oldu. Mukemmel bir secimdi. Kosarak asagiya indim, hangi CDsinde oldugunu hatirlamam cok zaman almadi. Yukariya, bilgisyarin yanina ciktigimda cok sukur yagmur hala yagmaktaydi. " Iste bu iyi oldu" diyerek CDyi yerlestirdim. "Kucuk Seyler"i buldum. Sonra, "Belki de kulaklikla dinlesem daha yogunlasirim." dedim kendi kendime. Baktim, yagmur son hiziyla devam ediyor, hizla kablolar, pirizler, suruyle gereksiz ivir zivir arasindan kulakligimi buldum, bilgisayara taktim, kulagima yerlestirdim... Bir gozum hala yagmurda... Biraz yavasladi mi ne?? Yok yok, hala yeterince kuvvetli... Olmuyor, olmuyor!!! Bu sefer de cok kulagimin dibinde bu muzik. Memnuniyetsiz bir sekilde, kulakligi cikardim oflayip puflayarak.. Blogu actim, Basligi attim... Hmmm, kimbilir, bir sicak latte yapsam kendime, kahvemi icerek yazsam... Sol basimda da yagmur... Ne guzel olurdu... Hemen kosarak mutfaga indim... Sutu isik hiziyla isttim, suyu kaynattim.. Uc dakika icinde tekrar bilgisayarin basindaydim... Ama sol basimdaki kuvvetli yagmuru biraktigim yerde bulamadim... Son birkac yuz damlaya yetistigimin farkina varmam cok zaman almadi. Ben ilk uc kelimeyi yazdigimda ise o kuvvetli yagmur yerini kuvvetli bir gunese birakmis, buyuk bir keyifle isildayarak keyfimi kacirmisti.

Artik her yazim bir mesaj icermesin istiyordum bugunden itibaren.. Her yasadigimdan bir hayat dersi cikarmayayim kendi kendime diye soz vermistim... Ama bundan da bir hayat dersi cikaramayacaksam; zaten hayattan cikarilacak bir ders de kalmamis demektir sanki... Oyleyse son bir kez: Her guzel sey, bir bahar yagmuru olabilir. Kahve yapayim, en sevdigim muzigi koyayim derken, farkina varmadan tuketebilirim durup dururken, ve isin kotusu o tukenince diger guzel seylerin, kahvenin ya da muzigin de artik bir degeri kalmayabilir. O halde... Birsey zaten guzelse, daha da guzellestirmek icin ugrasmak bazen bir zaman kaybidir ve hayat bu zaman kaybi icin fazla kisadir.

Aman Allah'im... Bu kadar klisheyi ben bile kaldiramiyorum bazen...

Dereotu (Varsa)

Dun Tuna aniden, durup dururken, ortada hicbir baska benzer konu yokken onun icin hazirladigim alisveris listelerini cok sevdigini soyledi. Kafasi numerik calisan, hayatin ve hayata dair herseyin onun icin 1 ya da 0 olarak var oldugunu dusundugum, duygulardan konusmaktansa ilim irfan deryalarina dalmayi yegleyen, bana hergun onlarca kez "Seni seviyorum" ya da "Seni ozledim" diyen, dilinden "askim", "guzelim", "bebis" i eksik etmeyen, ama bunlardan baska romantik bir cumle kurmak icin onceden planlama, programlama yapan kocamdan, ve hatta baska hicbir insandan bundan daha romantik, daha duygusal, daha sevgi dolu bir cumle duyamamistim, ve buyuk bir ihtimalle de bir daha duyamayacagim. Sevincten gozlerim doldu, simdi yazarken bile doluyor. Bundan daha temiz bir sevgi ifadesini herhalde bir de cocugumdan duyabilirim diye dunusyorum. Kocam benim alisveris listelerimi seviyor! En angarya islerden biri olarak hazirlayip ona verdigim, emailledigim, mesaj attigim listelerimdeki:
  • Dereotu (varsa)
  • Kirmizi biber (Hani su buyuk, renkli olanlardan)
  • Yumusatici (Kolay utu olanlardan yoksa alma askim!)
  • Ekmek (Guzel olanlardan, hatta italyan ciabatta, yoksa kalsin!)

seklinde her bir birimin yanina ona fikir olsun diye yazdigim, hayatini kolaylastirmak istedigim notlarimin ne anlama geldigini biliyor, anliyor, takdir ediyor. Ben Dereotu (varsa) derken, yoksa gidip baska yerlerden bulmaya ugrasmasin demek istiyorum, kirmizi biber (Hani su buyuk renkli olanlardan) derken, gidip kirmizi pul biber almasin demeye calisiyorum, ekmek reyonuna geldiginde, "Yaa bu kadin hangi ekmekten bahsediyor ??" diye dusuncelere dalmasin istiyorum. Ve o her dedigimin, ne demek oldugunu anliyor, Dereotu (Varsa) yi okuduktan sonra, "Ee, yoksa zaten nasil alabilirim ki??" seklinde kafasi karismiyor. Benim birtanecim, onun hayatini kolaylastirmak icin yaptigim kucuk seyleri seviyor; ve bizi de iste bu kucuk seyler bir cift yapiyor. Bes senedir boyunca hic bu kadar kendimi evli hissetmemistim, ve bu hatira hic silinmesin diye yazmak istedim. Bundan seneler sonra, ne olur bilinmez, ikimiz de huysuz, yasli ciftlerden birine donuseceksek, ya da dunyanin iki ayri kosesinde olacakask, ya da torunlarimiza anlatacak hicbir hatirayi hatirlayamayacaksak, buraya bakip bizi kari-koca yapan bu "bence ilk" olayi okuyup bu gunlere donelim, ve senelerce yaptigim ve daha nicesini yapacagim alisveris listelerini hatirlayalim istiyorum. Gozlerim dopdolu bu adamla evli oldugum icin bir kez daha sukrediyorum.